Kadın, diğerleri ve Yaprak Berkay

Çürük çarık patatesleri doldurmuş yine üç kağıtçı,” diye aklından geçirdi kadın, bir yandan da büyük, şekilsiz bir patatesin, kararmış, yumuşamış bir bölümünü kesip atıyordu. Patatesleri soyup temizlemesine rağmen henüz akşam yemeği için ne pişireceğini bilmiyordu kadın. Kesin olan tek şey bir tür patates yemeği olacağıydı!

Sabah sabah soğan kavurmaktan nefret ediyorum…”

Temizlenmiş patateslerin ardından soğanları da kavurup kenara koyarsa, sonra beş dakikada yemeği ateşe koymak kolaydı nasılsa. “Yaprak,” diye düşündü kadın. “Yaprak için dert değil ki yok patatesi yok soğanı! Onun yemeğini de yapan var, evini toplayanı da!

Evi toplamak derken, salon geceden darmaduman olmuştu zaten! Oğlanlar sabahlara kadar film seyretmişlerdi herhalde, sehpanın üzeri bardak doluydu, kanepelerin üstüyse cips kırıntısı…

Yaprak belki de iyi yaptı, hiç evlenmedi… çoluk çocuk da yok. Gönlüne göre, kiminle eğleniyor, hoşça vakit geçiriyorsa onunla oldu.”

Siyah cılız kedi, miyavlayarak kadının bacaklarına süründü.

“Dur be oğlum, sabret iki dakika… Vereceğim yemeğini şimdi.”

Umduğu ilginin azını bulan sıska kedi, mutfak tezgâhına sıçramış, hoşuna gidecek bir şeyler arıyordu.

“Ya ne yapıyorsun ama Karga?”

Kadının sesi sahte bir kızgınlıkla yükselmişti, gerçi kedi de bu kızgınlığın sahteliğini bildiğinden pek de umursamış görünmüyordu.

On iki yaşındaki kedinin adını küçük oğlu koymuştu. Kadın hâlâ kediyi neden Karga diye çağırdıklarına bir anlam veremiyordu ama hem kedi hem de tüm aile bu ismi benimsemişti. Zaten başka bir isim bulmaya çaba da sarfetmemişlerdi…

Karga’yı tezgâhtan indiren kadın, kedinin tasına mamasını koydu, suyunu tazeledi. Yaprak’ta da kedi vardı. Füme bir Scottish. E Yaprak’ın kedisinin de çelimsiz bir sokak kedisi olacak hâli yoktu elbette!

Kadın kendine bir fincan kahve doldurdu. Sabahın bu erken saatlerinin en sevdiği dakikaları bunlardı. Karga, yaşlanmış dişlerine artık sert gelen mamasını, çıkarttığı minik seslerle yerken, kadın da kahvesini içerdi. Yanında iki üç sigara da olurdu ama evin geri kalanları uykudan kalkmadan her yeri havalandırırdı kadın. Kimsenin sigara dırdırını çekecek hâli yoktu valla!

Yaprak’ın sigarasını yakmak için millet sıraya giriyor halbuki!”

Kahve yanındaki üç sigaradan sonra mutfak penceresini açan kadın, küçük mutfağa dolan sigara dumanını elleriyle de yardım (!) ederek mutfaktan çıkmasını bekledi, biraz da oda spreyi sıktı mı koku moku kalmazdı nasılsa.

Banyo kapısının açılıp kapandığını duyan kadın, buzdolabından iki portakal bir de greyfurt çıkartıp alelacele limon sıkacağında sıktı. Bir dilim tost ekmeğinin üzerine ince bir tabaka krem peynir sürdükten sonra aynı incelikte bir tabaka da reçel sürdü. Her gün, ilk kalkıp evden çıkan ufak oğlandı. Kaan… Gerçi ufaklık hâli de kalmamıştı ama ikinci çocuklar nedense hep evin küçüğü olmaya devam ediyorlardı.

Kaan, uzun boylu, ince yapılı bir oğlandı. Lisenin voleybol takımındaki delikanlı, omuzunda spor çantası ve elinde birkaç kitap ve defterle mutfağa geldiğinde, hâlâ uykulu gözleri ve Pazartesi gününün sevimsizliğiyle Günaydın’a benzeyen bir şeyler mırıldandı.

“Günaydın,” diye cevap verdi kadın da. “Bak portakal suyu sıktım, şu reçelli ekmeği de at ağzına çıkmadan…”

Kaan, “Yok anne ya, her sabah bıkmadın şu zorla kahvaltı hikâyesinden!” derken sokak kapısına yönelmiş, masanın üzerinde duran portakal suyu ve reçelli ekmeğe bakmamıştı bile.

“Kaan!”

Kadın elinde tabak ve portakal suyuyla oğlanın peşinden giderken yeniden seslendi.

“Kaan diyorum! Şunları yemeden çıkma!”

“Okulda kantinden atıştırırım bir şeyler…”

Kapanan kapının ardında kalan kadın, mutfağa döndü. Portakal suyu ve reçelli ekmek tabağını masada yeniden tam olması gereken yere bırakan kadın, Hakan’ı beklemeye başladı. Büyük olan…

Hakan da kardeşi gibi uzun boyluydu ama daha iri. Baba tarafına çekmişti oğlan, uzun ve kalıplı. Boyu ve cüssesine rağmen Kaan’ın aksine sporla alakası olmayan delikanlı için varsa yoksa arabalardı! Yirmi iki yaşındaki oğlanın en büyük hevesi bir gün eski bir Amerikan arabası alıp, onu gönlünce kendi başına tamir etmekti. Herkes bunun sadece bir hayâl olarak kalacağından emin olsa da Hakan büyük bir hevesle para biriktirmeye devam ediyordu.

İri yarı delikanlı mutfak kapısında belirdiğinde kadın, “Günaydın oğlum,” dedi. “Bak sana portakal suyu sıktım. Reçelli ekmek de var… Ye de öyle çık.”

Buzdolabından büyük bir bardak süt dolduran Hakan, “Dün gece çok cips yemişim,” dedi. “İçim yanmış, soğuk soğuk süt çekti canım…”

“E portakal suyu da soğuk be oğlum!”

“Kaan’a sıkmışsındır kesin sen onu! İçmedi değil mi? Sen de bana kakalıyorsun…”

Bir kez daha kapanan sokak kapısının ardında kaldıktan sonra içinden yükselen bir sigara isteğini güçlükle bastırdı. Kalkıp bulaşık makinesindeki temiz tabak ve bardakları boşaltmaya başlayan kadın, Harun’un sesiyle sıçradı. Kocası. Yirmi üç senelik…

“Dün gece neydi o gürültü? Sabahlara kadar film seyrettiler! Ondan sonra da paşalar okula gidecekler de kafalarına ders girecek! Hep senin yüzünden… Çok şımarttın sen bunları…”

“Günaydın Harun…”

“Hıı… Günaydın. Bak son kez söylüyorum, konuş ikisiyle de yoksa ben konuşursam kötü olacak. Sen, ben hiç bilmiyormuşum filan gibi konuş, babanız duyarsa bak çok fena olacak filan diye korkut!”

Kadın derin bir nefes aldı, “Harun sen konuşsana bu sefer de! Ben de bıktım! Nasıl fena olacaksa olsun artık! Ben bıktım hepinizin arasında kalmaktan! Neyse bırak sen şimdi oğlanları… Bak sana portakal suyu sıktım, reçelli ekmek de var…”

Harun aynı oğlu Hakan’a benzeyen iri cüssesiyle, dar mutfakta ıkına sıkına masanın yanına geldi. İki yudumda portakal suyunu içen adam, üç lokmada da reçelli ekmeği yedi.

“Oğlanlara da yapsaydın… Sonra gidip okulda abuk sabuk yiyeceklere tonla para veriyorlar…”

“Merak etme,” dedi kadın. “Onlara da yaptım aynısından…”

Kadının yanağından öpen adam, “Akşam geç gelirim merak etme,” dedi. “Arif Bey emekli oluyor ya hep beraber dışarda bir şeyler yiyip, kafa çekeceğiz…”

“Tamam,” dedi kadın. Pek bir hoşuna gitmişti… Oğlanlarla bir pizza veya lahmacun söylerlerdi, patates yemeği de ertesi güne kalırdı.

Harun da evden çıktıktan sonra kadın, bir Türk kahvesi yaptı kendine, bol köpüklü… Çekmeceden, mutfak havlularının arkasına sakladığı sigara paketini de çıkaran kadın, bir tane yakıp derin bir nefes çekti.

Yaprak, sabah kahvesini genelde yatakta içerdi. Yardımcısı gelir, tam filmlerde de olduğu gibi önce deniz manzaralı pencerelerinin yerlere kadar uzanan perdelerini açar, ardından da “Günaydın Yaprak Hanım,” derdi. “Kahvaltınızı getirdim… Siz kahvaltınızı bitirdikten sonra günlük programınızın üzerinden geçeriz…”

E kadın çok ünlü bir aktris tabii,” diye düşündü kadın. “Ben mi yatakta kahvaltı yapıp en ünlü markaların ekran yüzü olacağım? Gerçi erkenden salak gibi Harun’la evlenmeseydim ben de hiç fena sayılmazdım o zamanlar…

Aklından geçenler, bir an hissettiği vicdan azabıyla kadının yüzünü buruşturdu.

Yok be,” dedi kendi kendine. “Harun da çok yakışıklıydı gençken, ben de güzeldim… ne aşıktık birbirimize. Gözümüz birbirimizden başkasını görmüyordu. E iki de oğlan geldi…”

Tiz sesiyle çalan ev telefonu kadını yerinden sıçrattı, gerçi ev telefonundan sadece kayınvalidesi arardı, biliyordu… O yüzden ağırdan alarak telefona doğru yürüdü kadın.

“Alo anne?”

Nereden bildin ben olduğumu?

“Anne elli defa konuştuk ya aynı şeyi, ev telefonundan senden başka kimse aramıyor diye! Herkes cep telefonundan arıyor…”

Hıı… Ben o telefonları kullanamıyorum, ne yapayım…

“Biliyorum anne, biliyorum… Ha ne oldu söyle şimdi.”

Çarşamba günü Aysel Yengenler çaya gelecekler, sen de gel diye aradım…

“Bakarım anne, söz vermeyeyim… Kaan’ın veli toplantısına gideceğim, olmazsa dönüşte biraz uğrarım…”

Sen bilirsin… Harun nasıl? Aramadı bu aralar hiç! Mantı yaptım Harun’uma, buzluğa attım… Bir ara uğrasın da alsın.

Kayınvalidesi ve pek kıymetli oğlu…

Gözlerini deviren kadın, sesindeki alaycı tonu gizlemeden, “Gelmez mi anne? Hemen gelir…” dedi. Nasılsa kayınvalidesi o tonu anlamayacak, anlasa da önemsemeyecekti.

Kısa süren konuşma bittikten sonra mutfağa dönen kadın, bir yandan da “Hadi ben gelinim, beni geçtim!” diye söyleniyordu. “E iki tane dalyan gibi torunun var be kadın, insan onları da bir düşünür, merak eder, özler… Onlar da mantı seviyor mesela! Yok ama… Harun’um mantı sever! En önemlisi o!”

Kısa bir zamanda mutfağı, yatakları, salonu ve banyoyu toparlayan kadın, her şey hallolduktan sonra salona geçti yeniden. Koyu ve yağmurlu kış sabahının karanlığı zaten loş olan odayı iyiden iyiye boğmuştu. Kayınvalidesinin zoruyla daha ilk aldıkları günden beri nefret ettiği çizgili, parlak ve kaygan bir kumaşla kaplı berjere oturan kadın, meşhur Aysel Yengenin düğün hediyesi olan abajurun düğmesine bastı. Bu abajuru severdi. Kadın en azından, “Sen istediğini seç kızım,” demişti. “Siz kullanacaksınız sonuçta… Sizin zevkinize uygun bir şey olsun.”

Evlendikleri günden bu yana hiç değişmeyen salonda göz gezdirdi kadın. Ne koltukların yüzleri değişmişti ne yeni bir eşya ilave olmuştu… Duvarların rengi bile aynı kalmıştı. Koltukta oturan kadının kucağına Karga atladı ve hemen rahatça uyuyabileceği bir pozisyon edindi.

Kadın yanı başındaki abajurun da üzerinde durduğu küçük konsolun çekmecesinden kitabını çıkardı. Parlak ciltli bir kitaptı. Kapağında ise rüzgârla birlikte uçuşan uzun, sarı saçları olan ve şeffaf beyaz kumaşından tüm vücut hatları görünen, çok güzel bir kadın vardı.

Özenle işaretlediği sayfayı açan kadın okumaya başladı.

Genç ve güzel kadın, üzerindeki bakışların farkındaydı ve bundan hiç şikâyetçi değildi. Üzerindeki derin yırtmaçlı elbiseden görünen yanık tenli bacaklarının güzelliğinden ve derin dekoltesinin kendisine ne denli yakıştığından en ufak bir şüphesi yoktu. Saçları ve makyajı zaten her zamanki gibi kusursuzdu. Yanına yaklaşan garsondan bir kadeh şampanya alan genç kadın, kendisini gülümseyerek bekleyen genç adama doğru ağır adımlarla ilerledi. Şaşalı salonun seçkin ve şık davetlileri, salondaki en güzel kadını izliyordu. Ve bunda şaşıracak hiçbir şey yoktu çünkü Yaprak Berkay’dı o…

Selin Nişan K.

8 Eylül 2022

Scroll to Top