Tüm bakışların üzerinde olduğundan emin, dudaklarında belli belirsiz belki biraz da kendisini izleyen gözleri hafife alan bir gülümsemeyle yokuştan aşağı iniyordu. Siyahın en koyusundan saçları kabartılmış, omuzlarına değen uçları içeri doğru kıvrılmıştı. Çekik, iri gözleriyse koyu renkli kelebek gözlüklerin ardındaydı. Başkasında olsa tuhaf kaçacak kadar geniş ağzı, ona çok yakışıyordu. Dolgun dudakları, fazlasıyla cüretkâr bir pembeye boyanmıştı. Üzerindeki elbise hafif, çiçekli bir şeydi, tam yazlık… Yuvarlak yakası omuz başlarını anca örtüyor, cömert dekoltesi esmer göğsünü pek de saklamıyordu. Gövdesine oturan elbise, ince belini sımsıkı kavramıştı, dizlerine kadar inen kloş etek kısmı ise geniş kalçalarının yumuşak hareketleriyle dalgalanıyordu. Yüksek topuklar üzerinde usta adımlar atan kadının kolundaki hasır çantaya, elbisesiyle uyumlu bir fular bağlanmış, hafifçe uçuşuyordu.
Bakkal Bekir Efendi’nin her sabah suladığı sokak, güneşin ışığı altında pek kıymetli bir şeymiş gibi ışıldıyor ve bu mücevherimsi taş sokakta kimi gizliden kimi açıktan onu seyrediyordu.
Adı Rukiye’ydi ya da bilinen adıyla Ruki…
Ona ilk Ruki diyen kimdi bilmiyorum, bildiğim herkesin onu bu adla çağırdığı…
Dükkânının önünü süpürmekte olan terzi Güzin Hanım’a başıyla hafifçe selam veren Ruki karşılığını beklemeden yürümeye devam etti. Hafif eğimli taş yokuşun en dibindeki dükkandı onunki.
Bir kitapçı…
Kaldırımdan iki basamakla inilirdi dükkâna. Sokak seviyesinin altında kaldığı için karanlık bir yerdi ama Ruki’nin vitrine koyduğu incecik ışık şeritleri, ferforje ve seramikten yapılmış nefis kitapçı tabelası ve her daim içerden duyulan Latin müziğiyle yine de fark edilirdi. Hem eski hem de yeni kitaplar satardı Ruki. Üstelik sadece kitap satardı. Öyle oyuncak, anahtarlık, silgi, kalem bulamazdınız. İçeriye girdiğinizde hafif nemli bir kâğıt kokusu ve loş bir ışık karşılardı sizi. Kışın soba yanardı içerde, üzerinde de hep kaynamakta olan bir semaver…
Bizimki gibi bir mahallede elbette fazla müşterisi olmazdı Ruki’nin. Mahallenin gençleri ve çocukları giderlerdi en çok, bir de “Gomunist bunlar…” diye etiketlenen, pek kimselerin konuşmadığı gençten bir karı koca vardı. Annem, alt kat komşumuz Seher Teyze’yle konuşurken duymuştum, dükkân kendisininmiş. Yoksa başka türlü olsa, o kadar az müşteriyle imkân yok dönmezmiş orası. Babasından kalmış. Hem ev hem de dükkân…
“Ben Ruki’yi genç kızlığından beri bilirim ayol!” demişti annem. “Rahmetli babası da ruhuna ağır gitmesin ama tuhaf adamdı, anası da öyledir ya neyse!”
Seher Teyze mahalleye henüz iki, üç sene önce taşınmanın eksikliğiyle çayından bir yudum daha alıp yeniden iştahla sormuştu, “Annesi eskiden balerinmiş diyorlar, doğru mu?”
Konuya tamamen hâkim olmanın verdiği gururla annem başını sallamış, sesini iyice alçaltarak Seher Teyze’ye doğru eğilmişti. “Doğru, doğru… babası da yazardı. Genç kızlığımda heveslenip aldıydım kitaplarından ama bir halt anlamayıp bıraktıydım.”
“Peki hiç evlenmedi mi? Hep böyle anasıyla mı oturdu bu?”
Annem umursamaz bir tavırla omzunu silkip, elindeki kurabiyeyi ısırdı, “Yok kız, ne evlenmesi! Kim ne yapsın bunu? Bir tencere yemek yapmayı bilmez! Anca kıçını sallaya, sallaya dükkâna gitsin, gelsin…” demişti.
Başımı yaz ödevinden kaldırmadan, “Sattığı kitapların hepsini okumuş ama…” diyecek olduğumdaysa annem hışımla bana dönüp, “Sen ders çalışacağına bizi mi dinliyorsun?” diyerek bağırmıştı, elinde fırlatılmak üzere terliği hazır bekliyordu.
“Yok yani…” demiştim, büyük bir cesaret örneği göstererek konuşmaya devam ediyordum. “Senin zannettiğin gibi kimselerin istemeyeceği bir kadın değil, onu diyorum.”
Annemin gözleri öfkeyle büyümüş, olağanüstü bir hızla terliği, alnımın tam ortasına fırlatmayı başarmıştı.
“Köpek hâlâ konuşuyor bak! Adam oldun da kadınlardan mı bahsediyorsun sen, ha?”
Ruki’yle ilgili hatırladığım ilk anı seneler öncesinden…yedi veya sekiz yaşında olmalıyım, annemin elinden tutmuşum yokuştan aşağı iniyoruz, arkadaşımın doğum gününe gideceğim ve hediye almamız lazım. Ben kıvrak bir melodinin duyulduğu, küçük, loş kitapçıyı görüyorum ve annemi oraya doğru çekiştiriyorum, “Arkadaşıma kitap alalım anne…”
“Ne kitabı ayol? Ufacık çocuğa kitap mı gidermiş!”
Annemin elinden kurtulup, doğruca küçük kitapçıya atıyorum kendimi ve ilk gördüğüm şey Ruki oluyor.
Siyah üzerini saran balıkçı yaka bir kazak, kum saati gibi vücudunun tüm hatlarını ortaya seren, ekose, grili siyahlı bir pantolon, siyah sürme çekilmiş, kedi gibi parlak gözler ve hayatımda gördüğüm en güzel gülümseme…
“Sen nerden çıktın bakalım küçük adam?”
Ruki beni kucağına almış, içi gülen gözleriyle bana bakıyor…
Hatırladığım, ömür boyu o kucakta kalmak istediğim!
Annem hışımla ardımdan dükkâna girmiş, beni Ruki’nin kucağından çekip almıştı.
Ruki gülümsemesini anneme çevirip, “Kızma çocuğa Aysel…” demişti. Sesindeki tonda annemi anladığını hatta onun öfkesini hoş gördüğünü hissettiren bir yumuşaklık vardı.
“Arkadaşının doğum günü var, tutturmuş kitap alalım diye! Daha okuduğunu bile anlamayan çocuğa ne kitabı Allah aşkına?”
Annem Ruki’nin yüzüne bakmadan, sinirli tavırlarla hem konuşuyor hem de beni dışarı doğru çekiştiriyordu.
Ruki yere çömelip, yüzümü avuçlarının içine aldı, elleri sabun kokuyordu.
“Adın ne?”
“Can,” dedim. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyor, ellerinin değdiği yanaklarımsa alev gibi yanıyordu.
Ruki başını anneme doğru kaldırdı, ciddi bir sesle, “Can haklı, kitap her yaştaki arkadaşa hediye edilir,” dedi.
“Yok,” dedi annem huysuzluğu artmış bir tonla, “Boya kalemi alacağız biz. Varsa sende ver, yoksa gidelim biz, hava kararacak birazdan.”
Ruki ayağa kalktı, raflardan birine uzanıp, kapağı oldukça yıpranmış, eski bir kitap çekti.
“Burası kitapçı Aysel, boya kalemi yok… onu başka dükkândan alırsınız,” dedi ve dönüp elindeki kitabı bana uzattı. “Bu kitap senin Can, benim çocukken okumayı en sevdiğim kitaplardan biri. Boyacının Penguenleri, eminim sen de çok seveceksin.”
O eski kitap senelerce başucumda durdu. Uykusuz gecelerimde defalarca okudum, kimi zamansa sadece dokundum yıpranmış kapağına… sırf onun eli değdiği için.
Cesaretimi toplayıp, kendi başıma Ruki’nin dükkanına ilk gidişim hep aklımda. Nasıl olmasın? Yeni yetme bir delikanlıyım… içeri girdim ve kala kaldım!
Ruki, o muhteşem gülümsemesiyle bana bakıyor, bekliyordu… bir şeyler söylemem gerektiğini biliyor ama konuşamıyordum. Gözlerimi ona dikmiş duruyor, konuşamadıkça kendime kızıyor, kızdıkça konuşamıyordum. Sonunda, “Şey,” dedim. “Kitap almak istiyorum…”
Ben içimden, “Geri zekalı! Bir kilo domates alacak halin yok ya!” diye kendime saydırırken Ruki, “Tamam…” dedi. “Aklında bir şey var mı? Nasıl bir kitap istiyorsun?” üstelik gayet ciddiydi, hiç de benim tuhaf halimle alay eder gibi değildi.
Onun, o beni adam yerine koyan ciddiyetine ayak uydurmak için babamı taklit eden bir havayla konuşmaya başladım. “Şöyle ciddi, kalın bir şey olsun…”
Ruki’nin kahkahası sadece gözlerinden belli oldu, sesiyse hâlâ müşterisini memnun etmeye çalışan tondaydı. “Bana hoşlandığın türleri söylersen daha fazla yardımcı olabilirim…” Sonra müthiş bir şey oldu ve Ruki bana döndü, “Can… değil mi?” diye sordu. Afallamış, kızarmış yüzümü gördüğündeyse, hafifçe gülümseyip, “Adın diyorum…” dedi yeniden. “Adın Can’dı değil mi?”
Beni unutmamıştı, onca sene geçmesine rağmen Ruki beni hatırlıyordu! Elbette bunda okuldan dönüş yolumu uzatıp, onun dükkanının önünden geçmelerimin, karşı kaldırımında oturup, gazoz içmelerimin de payı vardı ama olsun! Ruki beni unutmamıştı…
Hatırlanmış olmanın verdiği coşkuyla, “Evet… yokuşu çıkınca dört yoldan sola döndüğünüzde sağdaki ikinci apartmanın ikinci katında oturuyoruz. Ama yoldan göremezsiniz, arka daire bizimki…” dedim.
O uzun kirpikli, çekik gözleriyle bana bakıp, yeniden gülümsediğini hatırlıyorum. Biraz merhamet biraz anlayış vardı o gözlerde… umutla başka bir şeyler daha görmeye çalışmış, bulamayınca da “Olsun be!” demiştim kendi kendime. “Ruki beni hatırlıyor ya, gerisi boş!”
Ruki tüm bakışları sırtına alarak, güneşin altında parlayan taş yokuştan indi. Ardındaki bakışlar birer birer yön değiştirip, günün olağan işlerine döndüler. Dayandığım ağaç gövdesinden fırlayıp, onun yanına gittim.
“Dur ben açarım kepengi…”
“Ah Can!” dedi Ruki, o her zamanki büyüleyici gülümsemesiyle. “Hep nazik bir çocuktun, şimdi de olağanüstü genç bir adam oldun…”
Yüzümün kızardığı belli olmasın diye tüm dikkatimi kaldırdığım kepenge verdim ve bir ünlemle kahkaha arası bir ses çıkıverdi ağzımdan. Yedi yaşındaki Can, Ruki’yi her gördüğümde olduğu gibi yine içimden çıkıverdi. Kepengi kaldırdım, uzattığı anahtarla dükkânın kapısını açtım. O artık çok iyi bildiğim kitap kokusu çarpıverdi yüzüme.
Ardımdan içeri giren Ruki alışık hareketlerle ışıkları açtı, çarçabuk toz aldı ardından da bir Latin müziği doldurdu küçük dükkânı. O sabahın ilk işlerini yaparken ben, kitaplara bakıyor, yeni gelenleri elime alıp, sayfalarını karıştırıyor, arka kapak yazılarını okuyordum.
“E? Bugün hangi kitabı alacaksınız Can Bey?”
Gülümseyerek ona döndüm ve her göz göze geldiğimizde olduğu gibi kalbim hızlandı.
“Şöyle kalın ve ciddi bir şey istiyorum…”
O ilk günden sonra aramızda bir gelenek halini alan bu cümleye bir kahkahayla cevap verdi Ruki. Bıkmadan usanmadan her defasında gülerdi buna.
“Yeni gelenlerin yerini biliyorsun, bak oraya… bu hafta fazla yeni bir şey yok. Diğerlerinden de okumadığın kalmadı herhalde.”
Seçtiğim kitapla Ruki’nin yanına geldim, parayı tezgâha bıraktım.
“Şey… bunu kız arkadaşıma hediye alıyorum, hediye paketi yapabilir misin lütfen?”
Ruki’nin gözleri parladı bir anda ve yükselen sesiyle, “Şuna bak sen!” dedi. “Yaşlanmak böyle bir şey işte… En küçük müşterim büyüdü de kız arkadaşına hediye alıyor!” Bir yandan da kitabı paketliyordu.
“Sen yaşlanmazsın ki Ruki!” dedim karşı çıkarak, bunun imkânı yoktu. “Ben yüz on sekiz yaşıma bile gelsem sen halâ böyle olacaksın, bundan hiç şüphem yok!”
“Hah! Çok iyi niyetlisin tatlım…”
Kitabı aldım, teşekkür ettim. Kapıdan çıkacakken aklıma gelenle yeniden döndüm. Senelerdir sormak istediğim soruyu, ilk defa dükkândayken hatırlamıştım.
“Ruki?”
“Efendim?”
“Rukiye ne demek?”
Tezgâhın arkasından çıkıp yanıma gelen Ruki, kapıya dayandı. Kirpikleri yüzünü hafifçe gölgeliyordu. Aralık dudakları koyu bir kırmızıya boyanmıştı. İçeri doğru esen hafif meltemle sürdüğü yasemin parfümü yüzümü yalayıp geçti. Esmer, uzun parmaklı elini kaldırıp uçuşan saçının bir tutamını geri attı. Elini kaldırmasıyla bileziklerinden müzikal bir tını çıkmıştı. Dayandığı kapıda, kollarını kavuşturup yüzünü bana doğru kaldırdı ve fısıldarcasına, “Büyülü demek…” dedi. “Efsunlu…”
Kafamı salladım, gözlerimi ondan alamıyordum. Neredeyse koşarak çıktım küçük kitapçıdan. Yokuşu çıkarken gözlerini sırtımda hissediyor, ürperiyordum. Bir gülümseme yayıldı yüzüme.
Şöyle, en büyüğünden…
Selin Nişan K.
19 Mart 2021